“Sevmek, narsisizmin ve benmerkezciliğin yarattığı hapishanenin yalnızlık ve ve soyutlama hücrelerinden kurtulmaktır” (Fromm, 2022: 61).
Erich Fromm‘un 1956 yılında yazdığı “Sevme Sanatı” bugün hâlâ en popüler kitaplar arasında. Onu bu kadar popüler yapan, sanıyorum ki en temel dürtülere parmak basma cesareti de göstermiş olması. Söylemlerinin Freud’tan ayrılan tarafı, cinsel doygunluk peşinde koşmanın, var olan tüm bedensel ve mental sorunlara iyi geleceği görüşünün geçerli olmadığını savunması.
Bunu şöyle açıklıyor: “Freud’a göre tüm içgüdüsel isteklerin engellenmeden doyurulması, ruh sağlığı ve mutluluk verecektir. Ne var ki klinik gerçekler, tüm yaşamlarını hiçbir sınır tanımadan cinsel doygunluk peşinde koşmakla geçiren erkek ya da kadınların mutluluğa ulaşamadıklarını ve çoğunlukla nevrozlu çatışmalar ve hastalıklardan acı çektiklerini göstermektedir” (2022: 111).
Hatta farklı bedenlerle yaşanan cinselliğin sevmeyi öğrenmeyi güçleştirdiğine de değiniyor. Yaratılan aşk büyüsüne kapılmak da aynı oranda güçleşiyor. Freud ile de tam bu noktada ayrılıyor.
meta olarak sevgi
İnsanlığın tartışmasız “olmazsa olmaz” ihtiyacı olarak nitelendirdiği sevginin öğrenilebilir bir formda olduğunu savunuyor, Fromm. Batı dünyasının var ettiği aşk formunun, tamamen nesneleştirildiğine ve sevgiden yoksun pazar aracı hâline geldiğine değiniyor. Günümüz dünyası için hiç de yabancı bir kavram değil. Uzun yıllardır var olan ve hâlâ çoğu bireyin öncelik sıralamasında olan “zengin koca/ kadın” kavramlarını da bu doğrultuda inceleyebiliriz. Buna ilişkin şöyle diyor: “İki insan, piyasadaki en kullanışlı nesneyi bulduklarını hissettikleri an, birbirlerine aşık olurlar” (2022: 23).
Schopenhauer da “Aşkın Metafiziği” kitabında benzer şeylere değiniyor. Ona göre de bizde eksik olan ne varsa karşı tarafta o özelliklere sahip kişilere aşık oluyor ya da yoğun hisler besliyoruz. Bunun, varoluşsal olarak en çeşitli ve güçlü gen havuzunu oluşturmak amacıyla olup bilinçaltımızda üremeyle bağdaşık güdüleri harekete geçirdiği biliniyor. İlgili okuma yapmak için Harari’nin Sapiens’i önerilebilir.
miras olarak sevgi
Bu aralar Mark Wolynn‘nin “Seninle Başlamadı” kitabını okuyorum. Terapistim de benzer şeylere değinmişti. Bugün var olduğumuz biz ve seçimlerimiz hatta sevme şekillerimiz, yüzyıllar önce var olan atalarımızdan miras kalmış hâlde. Ne yaparsak yapalım günün sonunda da “Anneme/ babama benzedim.” demekten kendimizi alıkoyamamamızın sebeplerinden biri.
Buna şöyle de bir açıklık getiriyor. Anneanneniz annenize hamile kaldığında aynı anda sizi de karnında taşıdı. Çünkü anneniz, yumurtalarıyla doğdu. Aynı şekilde babaanneniz babanıza hamileyken sizi de taşıyordu çünkü babanız, testisleriyle doğdu. Bu açıdan bakıldığında büyük büyük büyük nenenizin sizi doğurduğu fikri kulağa hem heyecan verici hem de korkunç geliyor. Onların yıllar önce yaşadığı travmalar da dolaylı olarak size aktarılıyor. İçe dönük/ dışa dönük kavramlarının genetik olmasının sebebi tam da bu.
Wollyn, şöyle bir örnek olay üzerinde de duruyor: Megan’ın anneannesi 25 yaşındayken eşini kaybediyor. Bunun onda yarattığı kaygı bozukluğu, Megan’da da tam 25 yaşında nüksediyor ve birkaç yıl önce severek evlendiği eşinden ayrılmak istiyor. Terapi aldığında ise her şey onun için daha farklı oluyor. Yazar, buna ilişkin şunları dile getiriyor: “Bu duyguları onlar için taşıyor ve onlarla paylaşıyor olabiliriz. Biz bunlara ‘özdeşim duyguları’ diyoruz” (2021: 104).
açlık olarak sevgi
“Sevgi açlığı çekenlerin sorunu sevginin neye benzediğini bilmemeleridir. Kandırılmaları da kolaydır.” (S: 2 – B: 7)
The End of The F***king World‘un son bölümlerine ait bir replik. Fromm’un arayışta olduğumuz en güçlü kavramın sevgi olduğu ve onsuz bir dünyanın var olamayacağı görüşü, bugün de katlanarak artıyor kuşkusuz. Tıpkı replikte söylendiği gibi bir şekilde gerek aile yapısı gerek çevresi nedeniyle bu durumda kalanlar için sevginin yerini dolduracak çok fazla şey var. Özellikle günümüzde.
Sosyal medya bunun en bilineni. OnlyFans‘i de bu bağlamda inceleyebiliriz. Hatta Fromm’un sözünü ettiği gibi acıyı ve açlığı örtbas etmek için doğrudan ya da dolaylı bedensel yakınlık kurma dürtüsü doygunluk yaşattığı sanılsa da sonunda sevgisizlik doğurduğu aşikâr. Cinselliği sevdiğin bir partnerle ve yalnızca doyum için yaşamak iki farklı uç olarak görülüyor.
Özellikle İnstagram nezdinde gündelik hayatlarının her karesini paylaşmayı görev edinmiş kişiler (diğer bir deyişle influencer’lar) sanal beğeniler ve etkileşimlerle gerçek dünyada kullanabildikleri bir sevgi deposu oluşturuyor. Bunu bir noktadan sonra para kazanmak için mecburi olarak yapanlar olsa da çoğunun başlangıçta eksikliğini çektiği şeyler olduğu söylenebilir. Bu noktada klasikleşmiş olan Social Dilemma belgeselini önerebilirim.
Bazen de çok daha fazla sevgiye erişmek ve bi nevi statü kazanmak için (yine Fromm’un dediğine çıkıyoruz) belirli ilişkiler kuruyoruz, olası zararlarını göz önünde bulundurmadan. Bu bağlamda, “An Education” filmi de (yazının ana görseli de filmden) önerilebilir. Özellikle genç kızlar tarafından izlenesi.
farkındalık olarak sevgi
“Sevgin nerede? Göremiyorum. Dokunamıyorum. Hissedemiyorum. Duyabiliyorum, bazı kelimeler duyabiliyorum. Ama bu basit kelimelerle bir şey yapamıyorum.”
2004 yapımı Closer filmine ait bu replik, bir önceki maddeyi sonuna kadar yaşamış olan senaryonun farkındalık evresi. 75 yaş itemi olacak ama öldürmeyen acının güçlendirdiği savı doğru. Öldürmeyen sevgisizliğin de aynı oranda farkındalık yaratması gibi. Fromm’un buna dair de bir yargısı var. Sevginin, yalnızca bir başkasından alınabilen değer olarak görüldüğünde bir noktadan sonra bireyi yalnızlaştırdığını savunuyor.
Özünde yine klasik kişisel gelişim sözlerinden biri olan kendini sevmek yatıyor. Büyük çoğunun zırva olduğuna katılsam da bu, ne yazık ki doğru ve her şeyin temelini oluşturuyor. O hep dalga geçilen meditasyoncu ablalar, mantığı çözen kişiler aynı zamanda. İster meditasyon yaparak ister dümdüz kendinizle konuşarak (ki bir noktada o da meditasyon) geçirdiğiniz vakitler, tüm o açlık hilelerine düşmemeniz yolunda ördüğünüz duvarlar da aynı zamanda.
Deneyin, sakince oturup kendinizle kendiniz hakkında konuşmanın ne kadar zor olduğunu göreceksiniz. Tüm çıplaklığıyla yüzleşmek sizi sıkacak ve başka şeylere yönelmek isteyeceksiniz. Bulaşık yıkamak ve evi süpürmek özellikle inanılmaz cazip gelecek. Fakat bir süre sonra bunu yapabilir dinginliğe sahip olduğunuzda Closer’daki o sahne gibi birinin sevgi ihtimaline ihtiyaç duymadan onu sorgulayabilir ve ondan vazgeçebilir hâle geleceksiniz. Yalnızca ikili ilişkiler bazında da değil bu.
Netflix’de tam da bu noktalara değinen ve sizi size tanınan “Meditasyon Rehberi” adlı belgeseli de izlemenizi önerebilirim. Yine aynı şekilde Deniz Dülgeroğlu’nun son podcasti “Bu Işıltılı Hayatı Ben Seçtim” de dinlenilesi! Sevgiye dair negatif kalıplardan bahsetmiş gibi oldum ama işin özü, sevmek güzeldir (teşekkürler ececim), hissetmek de öyle. Her ne şekilde (sapkınlıklar konu dışı) ve zamanda olursa olsun etkisi fark etmeksizin iyileştirir.
Bir yazıyı daha bitiriyorken yalın sevgilere maruz kaldığınız ortamlar ve yarınlar diliyorum, Özbeğen’in o naif şarkısıyla.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoş kalın,
Ece