Selam! Epey oldu. Pandemiye eşlik eden “Pencere, en iyisi pencere/ Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa…” dizeleri, yerini caddelere bıraktı. Sonraları neler neler olmadı. Gündem takip eder gibi izledik yaşamlarımızı!
Ve işte buradayım yeniden. Birkaç ay önce sıcak bir kahve eşliğinde öğrendiğim kavram, yaşantımın büyük çoğunluğunu kaplar hâle geldi. Ardı tükenmeyen düşünceler sarmalının sırtını sıvazlar gibi.
Kendidenlik
Her canlının, nesnenin ya da kavramın kendi olma hâline denirmiş kendidenlik. Ne ömrümde ne de dijital dünyada görüp duydum. ‘Tekstil’ dersinde öğrenip heyecanla bana anlatan çok sevdiğim dostum, şöyle bir benzetme de yaptı:
“Her birimiz kayın ağacının dalları gibiyiz. Eğer o dalları belli bir kalıba sokmak için bükerseler başarırlar ama dallar kırılır.” Sonra ekledim: “Yalnızca kırılmakla kalmaz, parçaları da birer kıymık olup ellerine batar.”
Bu doğrultuda her iki taraf da zararlı çıkar. Elde kalan ise kendidenliğini kaybeden ve elleri kıymık dolu bir dünya. Oysa bu kavram doğrultusunda esnek bir özgünlük sağlansa kırılmadan bükülebilen kayın ağaçlarıyla donanır mı çevremiz?

Okul ve eğitim sistemi de kendidenlik kavramıyla bağdaştırılabilir. İstisna değilseniz çoğunuz, ilgi alanlarınızın ötesinde yüzeysel test sistemiyle büyütüldünüz. Yaşım yetmiyor ama “nerede o eski zamanlar (Köy Enstitüleri)”
Böylesi tekdüzeleşmiş ve bir nevi Henry Ford‘un üretim bandı sistemiyle özdeşleşen eğitim sistemine karşı direnen başarılı oluşumlardan biri The School of Life. İnternet sitesi, Youtube kanalı ya da sosyal medya hesaplarını inceleyebilirsiniz!
Tıpkı Rene Magritte‘in Bu Bir Pipo Değildir adlı eserinde olduğu gibi görünenin ardında tek bir gerçeklik yok. Gördüğünüz bir pipo da olabilir, piponun zihninizdeki yansıması da.
Bu gerçekliklerin tek bir kalıba sığdırılmadığı yarınlara diyor ve Pink Floyd‘un ilgili şarkısını ekleyip sıradaki başlığa geçiyorum.
Masalsı Bir Metafor
Bu konuyu bir başka arkadaşımla uzunca tartışırken hissettirdiklerini bir benzetmeyle açıkladım. Şöyle bir şeydi:
Biri bileğinizden tutuyor ve bir yola götürülüyorsunuz. Bu esnada size çiçek uzatılıyor. Fakat eş zamanlı olarak bacağınıza da bir toplu iğne batıyor. İlk iğneyi hissediyor fakat önemsemiyorsunuz. Bileğiniz sıcacık ve diğer elinizde ise çiçekler.
Döngü yenileniyor. Çiçek, toplu iğne, çiçek ve toplu iğne. Sonra aykırı biri çıkıyor ve şöyle diyor “Hey! Dön de bak bacaklarına, nasıl da morarmışlar!” Sizin savunmanız hazır: “Peki ya elimdeki çiçekler?” Dönüp onlara da bakıyorsunuz ki sahteler. Kokmamalarından anlamalıydınız ama bileğinizden tutulması güven verdiği için sorgulamadınız.
Sonra baktınız ne kendidenlik var görünürde ne de bu yol size ait. Tüm farkındalıklarınızla gerisin geriye kaçtınız. Oysaki en başında farkındaydınız.
(yazıya dökünce kişisel gelişim kitabı izlenimi verdi, bir köşede usulca ağlayacağım izninizle.)
Sohbet anında oluşan bu benzetmeyi, sonraları fahiş fiyatlara çalışan emekçilere benzettim. Bırakın kendidenliklerini korumayı, kim olduklarını anımsayacak vakit dahi sunulmuyor önlerine. Var olan ekonomik sistemin de koca bir antikendiden olduğunu söylesek yanlış olmaz sanıyorum ki.
Bu bağlamda Ortamlarda Satılacak Bilgi‘nin güzel bir podcast bölümü vardı. Onu da şöyle bırakıyorum keyifle dinlemeniz temennisiyle.
Fakat ne yazık ki çoğumuz, kimi zaman ekonomik kimi zaman psikolojik sebeplerle bu metafordaki yoldan gerisin geriye kaçamıyoruz. Durum böyle olunca bir şeylerin farkında da olunsa yolu değiştirmek için ortam sağlanamayabiliyor. Bunun adına da “yaşamak” deniyor.
Peki Buna “El Âlem Ne Der?”
“Günümüzde çoğu Batılı bireyselliğe inanır. Her insanın bir birey olduğuna ve bireyin değerinin, diğerlerinin ne düşündüğüyle ilgili olmadığına inanırlar.” (Sapiens, 2020)
Gelin görün ki büyük çoğunluğumuz “el âlem ne der?” sanrılarıyla çevrili odalarda büyütülüyoruz. Sonra bir bakıyoruz ki üzerimizdekiler birer kumaş parçası olmaktan çıkıp birilerinin hakkımızda türeteceği olası yargılar hâlini almış. Yalnız giyim mi? Sahip olduğumuz duygusal ilişkileri dahi giyiyor, bu olası sanrılar.
Neden sonra alır düşünceler ve hatırlarken buluruz kendimizi Atay‘ın dizelerini: “Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.”

Çağan Irmak’ın 2015 yapımı “Nadide Hayat” adlı filmi tam da bu bu konuyu ele alır. Kendidenliğini hatırlayan ve yaşamını bu doğrultuda çizmek isteyen Nadide Hanım’ın öyküsü. Hâlen izlememiş olanlara tavsiye ederim!💛
Giyinik Pişmanlıklar
Bir arkadaşım, Bronnie Ware‘ın yazdığı “Ölmeden Önce En Çok Pişman Olduğumuz 5 Şey” adlı kitaptan bahsetti geçtiğimiz günlerde.
Bankada çalışan sıradan biri olan Ware, işinden ayrılıp ölümcül hastalara rahatlatıcı tedaviler uygulayan bir hemşire görevini üstlenmeye başlamış. Hastalara sorduğu sorular neticesinde de pişman oldukları şeylerin yaptıkları değil, yapmadıkları şeyler olduğunu tespit etmiş. Önceleri tüm bunları blog sitesinde toplamış, sonraları ise kitap hâline getirmiş.

Bu (yapmadıklarımız/ pişmanlıklarımız) çokça anlatılan da bir hikâye. Eminim bir yerlerde duymuşsunuzdur. Herkes böylesi farkındayken biz yine de Sıdıka teyzenin olmamızı istediği kişi olmaya devam edelim. Ne de olsa el âlemin bize biçtiği bir hayatı yaşamadayız. Kendidenlik mendidenlik, yeni yeni icatlar çıkarmayın.
Tam da bu noktada sözü Murathan Mungan‘a bırakıyorum: “yaşam çıplak. siz giyinik. utanırsınız.” (Mırıldandıklarım, s. 57)
Başlığı sonlandırmadan Wes Anderson’ın sarımtırak filmlerini andıran fakat ona ait olmayan Little Miss Sunshine‘ı izlemeyenleri de yeni bir tavsiye ile karşılamış olayım.
Dijitalin Kendidenliği
Web 2.0 ile birlikte ceplere meze olan sosyal medya, birbirimizle dijital ortamda iletişimde kalabildiğimiz formun çok ötesine çıktı. Bugün, Lil Miquela‘nın gerçekliği olmayan yaşamı, kendi gerçekliklerimiz hâline geldi. Yapay zekâ ile yaratılan instagram hesabına tam şuradan ulaşabilirsiniz.
Sanıyorum ki Nurdan Gürbilek’in kitabındaydı, şöyle bir satır okuduğumu hatırlıyorum: “Kişi, kendini beğenmesini istediği kişinin esareti altındadır.” Neredeyse her İnstagram sörfüm, bu alıntıyı canlandırıyor zihnimde. Sonra kendime soruyorum: “Peki ben bu paylaşımı neden yapıyor ve kimin beğenmesini/ takdir etmesini istiyorum?” Kendimizi daha yakından tanımak için biçilmiş bir soru. (Tam anlamıyla dürüst olmamız dahilinde!)

Her sokak birbirine böylesi benzerken ve her giyim, birbirinin böylesi aynı; kendidenlik kavramından söz etmek de bir o kadar güçleşiyor. Bu güçlüğü doğuran bir popüler kültür varsa bunda en büyük rolün sosyal/ dijital medya olduğunu söyleyebiliriz.
2020 yapımı Social Dilemma belgeselini izlemeyenlere de yeni bir tavsiye köşesi sunarak devam ediyorum.
Yok demek ne mümkün. Fakat dijitalin kendidenliğini günden güne seyreltiyor gibiyiz baksanıza! Yalnız dijitalde kalsak iyi, bu seyrelti kapımıza kadar dayandı…
“kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
içtenliğin ya da dünya görüşünün kirletmediği…” (Mırıldandıklarım, s. 24)
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoş kalın,
Ece 🌼