“Hastalık mı suçu doğuruyordu yoksa suç mu kendi yapısına uygun, hastalığa benzer bir şeyleri geliştiriyordu?”
Açık yüreklilikle söylemeliyim ki Suç ve Ceza’yı okuduktan sonra klasik romanlara karşı barındırdığım ne kadar ön yargı çemberi varsa içimde, hepsini doğaya saldım.
1866 yılında yayımlanan bir romanın, asırlar sonra dahi günümüz insanına hitap eder bir üslup ile yazılmış olmasını ise şaşkınlıkla karşıladım. Türkiye İş Bankası‘nın ve kitabın çevirmeni sevgili Mazlum Beyhan‘ın titiz çalışmalarının da katkısının büyük olduğu düşüncesindeyim.
Konu İtibarıyla Suç ve Ceza
Geçim sıkıntısının da başta olduğu türlü sebeplerle üniversitesinden ayrılan bir hukuk öğrencisini okuyoruz sayfalar arasında. Bu öğrenci, Raskolnikov! Tam adıyla, Rodion Romanoviç Raskolnikov.
Bir cinayet işliyor ceketine sakladığı baltasıyla. Tefeci kadını öldürmek için gittiği evden iki kişinin canını alıp ayrılıyor, yeniden ceketine sakladığı baltasıyla.
Asıl hikâye sonrasında başlıyor. Raskolnikov, yaşadığı bu olayın etkisiyle hastalanıyor. Bir yandan da etrafına “her şey yolunda” oyunu oynama çalıştığından, ruhsal olarak sancılar çekiyor.
Bu sancılara bir yenisi ekleniyor: Annesinin mektubu. Mektupta ablasının evlenmek üzere olduğunu, ondan da onay almak için St. Petersburg’a geleceklerini öğreniyor. Bu evliliğin, bir çıkar ilişkisine dayanacak olması Raskolnikov’u deliye döndürüyor. Neticede, ablasına evlenme teklifi sunan bey “Seni bu yoksulluktan kurtacağım.” vaadiyle ondan hızlı ve kesin bir cevap bekliyor.
St. Petersburg’a gelen aile, Raskolnikov’un memnuniyetsiz tavırlarıyla karşılaşıyor. Buna ek olarak onda bir değişim seziyor. Ailesinin yanı sıra, tanışıklığı olan diğer insanlar da fark ediyor bu değişimi. Yalnızca hastalığı kapsamlı olduğuna inanmanın yersiz olduğunu düşünüyorlar.
Tüm bunlarla bağlantılı olarak gelişen diğer olaylar ile birlikte sayfalar ilerledikçe en az Raskolnikov kadar biz de şaşkına dönüyoruz.
Dili İtibarıyla Suç ve Ceza
Klasik kitaplarda görmeye alışkın olduğumuz uzun cümleler ve ağdalı betimlemeler, Suç ve Ceza‘da barınmıyor.
Sade, anlaşılır ve sürükleyici bir dil‘in vücut bulmuş hali olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Satırlarında bol bol diyaloglara rastlıyoruz. Hiçbiri de yalnızca kitapta var olmak için yazılmış diyaloglar değil. Her birini okuduğunuzda, öyle bir karakter öyle bir dönemde yaşayıp o konuşmayı yapmış hissiyatına kapılıyorsunuz.
Bu, hem yazar hem okuyucu için bulunmaz bir nimet. Dostoyevski’nin neden Dostoyevski olduğunun örneklerinden yalnızca biri.
Cümle yapılarının kısa olması, metnin akıcılığını da doğru orantılı artırıyor. Şöyle bir örnek verebilirim kitaptan:
“Başı yere eğik, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzü avuçlarının içinde, divanda oturuyordu. Bütün vücudu hâlâ sinirden titriyordu. Sonunda yerinden kalktı, şapkasını aldı, biraz düşündükten sonra kapıya yürüdü.”
3 cümleden oluşan bu bölümü, uzun bir cümle ile tek cümleye sığdırabilirdi. Misal şöyle:
“Başı yere eğik, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzü avuçlarının içinde, divanda oturan Raskolnikov’un bütün vücudu hâlâ sinirden titriyordu ve sonunda yerinden kalktı, şapkasını aldı, biraz düşündükten sonra kapıya doğru yürüdü.”
İlkine göre ne kadar yorucu bir bölüm haline geldiği aşikâr. Dostoyevski’nin etkili kalemini, en iyi bu şekilde ifade edebilirim.
İsteseydi yazamaz mıydı uzun cümleler? Âlâsını yazardı. Fakat marifetin, uzun cümleler kurmak değil, okuyucunun gözüyle yazabilmek olduğunu hepimizden daha iyi biliyordu.
Anlatısallık İtibarıyla Suç ve Ceza
Suç kavramının irdelendiği 700 sayfalık bu romanda, okuyucular ikiye ayrılıyor.
Bir kısmı, Dostoyevski’nin suçu meşrulaştırdığını öne sürerken bir kısmı da güçlü psikolojik tahlillerin yapıldığını ve suça yaklaşım konusunda empatinin öneminin anlaşıldığını savunuyor.
Genele bakıldığında kahramanımız Raskolnikov, insanları ikiye ayırıyor: Sıradan ve olağanüstü insanlar. Şöyle ekliyor:
“Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar; ikinciler dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru yöneltirler.”
İşlediği cinayetin sebeplerinden biri de bu insanlar arasındaki konumunu öğrenme gayesi oluyor. Bu satırlar aynı zamanda Burgess’in Otomatik Portakal‘ına da göz kırpıyor.
Ruhsal durumu ile ilgili çokça fikir sahibi olduğumuz Raskolnikov, planladığı cinayetten önceki gecelerde bir rüya görüyor. Sokaktaki atın baltayla öldürüldüğüne tanıklık ettiği rüyasından irkilerek uyanıyor. Bedenindeki suçluluk duygusu onu epey düşündürüyor.
Yine de var olan sancıları büyük bir tüy yumağına dönüşüp ona cinayeti işletiyor. Şehirdeki hemen herkes cinayeti konuşurken Raskolnikov, kendini büyük bir ustalıkla olayın dışında tutuyor.
Bulunduğu ruhsal durumu, cinayetten öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. Öncesinde yaşadığı endişe, yerini kimi zaman suçluluk kimi zaman haklı olma duygusuna bırakıyor.
Birinin ölümüne sebep olurken başka birinin hayatının kurtulmasına vesile olan Raskolnikov hakkında binbir çeşit yargıya varmak mümkün.
Öyle ki Sigmund Freud’un psikanaliz yönteminin bile baş kahramanı oluyor. Şöyle diyor Freud:
“Dostoyevski olmasaydı eğer, psikanaliz biraz beklemek zorunda kalacaktı.”
Böylesi geniş yelpazede incelenebilen ve yoruma, sorgulamaya açık bir roman neyse ki hak ettiği değeri asırlar sonra da korumayı sürdürüyor.
Kimi zaman popüler kültür malzemesi haline de gelse umuyorum ki kitabı kahve ile birlikte fotoğraflayıp rafa kaldıran insanların sayısı bir elin beş parmağını geçmiyordur.
Zira hâlen bir yerlerde okunmaya, düşündürmeye devam ediyorsa Dostoyevski, her şey için çok geç kalınmış sayılmaz.
Suç ve Ceza’dan Alıntılar
- “Hem her şey insanın kendi elinde, hem de insan yalnızca korkaklığı yüzünden ne fırsatlar kaçırıyor.” (s. 2)
- “Bazen hayatta öyle karşılaşmalar olur ki, hem de hiç tanımadığımız insanlarla, tek bir sözcük bile konuşmadan, birdenbire, tek bir bakışla ilgilenmeye başlayıveririz.” (s. 11)
- “İnsanoğlu denilen aşağılık yaratığın alışamayacağı hiçbir şey yok galiba!..” (s.32)
- “Dürüst, duygulu insanlar içtenlikle her bir şeylerini söylerler, iş adamları ise kulak kesilir, duyduklarını çıkarları yönünde kullanırlar.” (s. 152)
- “Kendine ait bir yalan, başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir. Birincisinde sen bir insansın, ikincisinde ise bir papağan!” (s. 249)
- “Suç, toplumsal düzenin bozukluklarına karşı bir protestodur.” (s. 318)
- “Dâhiler milyonda bir yetişir; insanlığın olgunlaşmasını sağlayan büyük dehalar için ise yeryüzünde belki de yüzlerce milyon insanın gelip geçmesi gerekmektedir.” (s. 327)
- “Sonra herkesin akıllı olmasını beklemenin çok uzun süreceğini anladım, Sonya. Bir de bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini… İnsanların değişmeyeceğini, onları değiştirebilecek kimsenin bulunmadığını ve bunun için çaba göstermeye değmeyeceğini! Ya, böyle işte!” (s. 521)
- “Bence bir insana ağlaması için ortada bir neden bulunmadığı açıkça anlatılır ve bu durum kendisine mantık yoluyla kanıtlanırsa, artık ağlamaz olur… Öyle değil mi?” (s. 529)
- “Yalnızca ölümden korktuğu için yaşayabilir mi bir insan? Onu şu hayata bağlayan tek şey bu korku.” (s. 653)
Tüm bunların yanı sıra, son sayfalarda yer alan şu alıntı ile adeta dejavu yaşadığımı hissettim. Hepimizin ortak dejavusu:
“Asya’nın derinlerinden Avrupa’ya doğru bugüne dek görülüp duyulmamış bir kıran geliyordu.” (s. 682)
Suç ve Ceza‘nın 22 yaşıma kattıkları çok, bilhassa yazın sanatı bağlamında. Aldığım notlar ve altını çizdiğim satırlar ile yıllar sonra yeniden okuyup neler hissedeceğimi merak ediyorum.
Son olarak, kitap sayfaları arasında yeni müzikler ve müzisyenler keşfetmeyi çok severim. Suç ve Ceza ile de birbirinden nahif müzisyenler tanıdım. Bunlardan biri Arthur Rubinstein‘dı.
Yazımı burada noktalarken onunla veda ediyorum:
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoş kalın,
Ece 🌼
çok güzel bir şekilde yorumlamışsınız. Elinize sağlık
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkür ederim Cengiz Bey,
Sevgiler 🌼
BeğenBeğen
çok akıcı olmuş yazınız.kelimler ağızda tıkanmıyor.tebrikler
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkür ederim Ali Bey,
Selamlar 🌼
BeğenLiked by 1 kişi