Bundan 8 yıl kadar önce yazdığım yazıya teşekkür ve “geri dönsen artık” sitemli bir mail aldım. Sonra epey hak verdim. İlmek ilmek işlediğim sitemin yüzüne 2 yıldır bakmadığım için muhtemelen üç kişi kaldığımız okur kitleme bir basın açıklaması yapmak isterim.
Öncelikle yaşlandım çocuklar, aynada iki tel beyaz saç görmem tam da bu zamana denk geliyor. Akıl sağlığımızı da korumakta zorlandığımız bir dönemdeyiz ama koruyor muyuz meçhul.
Ne tür bir yazıyla geri döneceğimi uzun uzadıya (12 dakika) düşünüp sonra hepsinden vazgeçtim. (evet vardır öyle risk almayı seven bir tarafım.)
Hoş, birden “kuantum fiziğinin sanatsal imgelemlere etkisi boyutunda sosyokültürel değişkenler” konulu enteresan bir yazıyla gelseydim onu da kabullenirdik eminim. (Bu sosyokültürel kelimesini de nereye eklesen ortamı resmîleştiriyor, enteresan)
En sonunda da çoklu bir kaset sarmaya karar verdim. Kendiniz açtığınızda aynı etkiyi vermeyen ama radyoda duyduğunuzda sizin için açılmışçasına mutlu olduğunuz türden.
1. “deniz ve panoptikon, sordular seni, neredesin?”

Kavramı ilk kez duyanlar ve detaylı okuma yapmak isteyenler için ilgili şu yazıma ışınlanabilirsiniz. “Üşenirim” diyenler için özet geçiyorum. Panoptikon, bir hapishane biçimi.
Ortada bir gözetme kulesi var. Tam karşısında da bir sürü mahkûmun bulunduğu küçük odacıklar. Kuleden sürekli olarak mahkumlara bir ışık doğrultuluyor, bu sayede odaların her köşesi net bir şekilde görünebiliyor.
İşin konuşulmaya değer olan kısmı ise odalarda kalan mahkumlar, yansıtılan ışık sebebiyle kulede biri var mı yok mu anlayamıyorlar. Olabilir de olmayabilir de. Ama her an “izleniyor olabilirim” dürtüsüyle hareketlerine çeki düzen veriyorlar.
Bunu biz derslerde özellikle sosyal medya araçlarına bağlardık. Hepimiz kişisel hesaplarımızda fotoğraf/video ve türevlerini paylaşacağımız zaman Sıdıka teyze (opsiyonel) “görebilir de görmeyebilir de” benzeri bir düşünce hâline bürünebiliyoruz. Bu teyze örneği; anneniz, sevgiliniz, arkadaşınız, öğretmenleriniz diye sürüp gidiyor. O yüzden devamlı izleniyor olabilme ihtimali (hür iradenizle paylaşım paylaştıkça) ister istemez eylemlerimizde söz sahibi olmaya başlıyor.
Bunu politikacılar da farklı şekillerde kullanabiliyorlar takdir edersiniz ki. İlk kez duyan ya da okumamış olanlarınız yoktur diye tahmin ediyorum (en azından buna inanmak isterim) ama yine de 1984 romanını ısrarla öneriyorum. Buradan şuna bağlayacağım.
19-20’li yaşlarımda burada ilk yazmaya başladığım zamanlarda uzun bir süre yakın arkadaşlarım harici herkesten gizlemiştim. Bu tamamen, yazarken özgür hissetmek ve kelimelerimi seçerken bin takla atmak istemememle ilgiliydi, biraz da çekingenlik belki (“onu da edebiyat tarihçisi bulsun” *orhan veli)
Velhasıl, yıllar geçti. Yazılar bir dönem kendince pik noktasına ulaşınca akrabalardan dıdısının dıdısına kadar “Bizim kız yazar olacak” şeklinde dilegeldi. Tabii ki sevdikleriniz ve aileniz tarafından okunmak ve desteklenmek müthiş bir his. Taa ki “Bu yazıyı silsen mi?” gibi tatlı masum öneriler gelene kadar. Kişisel eşik bekçilerilerimiz hâline dönüşen bu gibi etkenler, doğrudan eylemlerimizin kendisi hâline gelebiliyor takdir edersiniz ki.
İşin özü, bu gibi mecralarda kendi kendimizin birer panoptikonunu inşa ediveriyoruz. Daha geniş açıdan baktığımızda ise toplumsal tabuların ya da kültürel normların (ki bu, “elalem ne der” baskısının tümünü kapsar) tamamen insan zihninde yaşayan eylemler olduğunun bilincine vardığınızda koca bir yokuşu çıktığınız heybetli sırt çantanızla soluklanıp geriye bakarken buluyorsunuz kendinizi. Üniversite son sınıfta yaptığımız bitirme projesiyle tüm bunlara devrim niteliğinde bir başlangıç yapmamızla bu yüzden gurur duyuyor ve dinamiğimizi inanılmaz özlüyorum. (Özel sektör: hoş geldin birtanem, senin için daha farklı planlarım var, geç otur.)
Elbet bahane değil (kesinlikle bahane) ama dönmenin böylesi zorlaşmasını etkileyen devede kulak bir kene olduğu aşikâr. Konuyu saptırmadan, bizi bu ve benzeri birçok kavramla tanıştıran ve toy bir öğrenciyken ufkumuzu genişletip yıllar sonra bile adından söz ettiren Züleyha hocama da en içten dileklerimi sunarak ilk kasedi başlatıyorum:
2. “kolilerde talim var, bahriyeli yârim var”

Ivrık zıvrık eşyası çok olan ve eşyasız bir eve taşınanları, yine ıvrık zıvrık eşyası çok olan ve eşyasız bir eve taşınanlar anlar bunda hemfikiriz. Öyle bir günün öğleden sonrası, sıra defterlerimin olduğu koliye gelince fi tarihinde blog yazılarımı düzene sokmak için aldığım o deftere sıra geldi. İşi gücü bırakıp oturdum, yazdıklarımı inceledim. (İş planlaması deyince bizdir)
Yapılması beklenen ve heves edilen çok fazla içerik fikrini görüp tabii ki overthink’ledim, ne yapsaydım? Henüz halı olmadığı için boş parkeye dalıp gitmeler, tavan boyasıyla istişareler…
Yakın tarihlerde de işte o bahsettiğim maili aldım. Sonra klasik, yaşadıklarının film şeridi gibi gözünün önünden geçme olayı, hep iyi anıları hatırlama pollyannacılığı, hobilerini çoğunlukla ikinci plana attığın farkındalığı ve harekete geçmeye karar veriş.
Fakat hâlâ alışamadığım tek şey, herhangi bir yerde denk gelip “ben senin blogunu okurdum” (-dum kipine sitem etmeye gram hakkım yok) dönütünü almak oluyor. (web 2.0 kurulalı çok oldu ececim ama sen bilirsin)
Üniversitenin son yılıydı, çekim için farklı bölümlerden birkaç öğrenciyle mini bir topluluk oluşturmuşken bir çocuk yanıma gelip “daha önce blog yazmış mıydın?” diye sormuştu. Henüz üniversiteyi kazanmadan önce yazılarıma denk gelmiş, okumuş ve bölüme başlamış, aradan kaç yıl geçmiş, biz rastlaştık. Dünya küçük diyenlere tam o an inanmaya başladım. (zahmet oldu)
Buradan da şuraya bağlamak istiyorum. Sevdiğiniz şeyleri yapmanın ekonomik olarak her geçen gün daha da zorlaştığı bu dönemde, kendinize ilgi alanlarınız doğrultusunda bir blog açıp sinir, stres, elem, keder ne kadar tasanız varsa geçici olarak kapatabilirsiniz. (üç deyince inanıyoruz)
19 yaşında tam olarak bunu yaptım. Şimdi ise 27 oldum. Yetişkinler dünyası kaygılarının yazarak dahi hafifletilemeyeceği o kutsal yaşlar. Eski yazılara döndüğümde ise tam olarak şu teyze gibi oluyorum.
Üniversite zamanlarımda sabah derslerine gitmeden 1-2 saat önce kalkıp oda arkadaşlarım uyurken holde sessizce haftalık yazılarımı yazdığım o ece’den, sitemlerle geri döndürülmeye çalışılan bir ece’ye dönüştürülmüş olabilirim. İnkâr etmiyorum. Büyümek biraz da böyle bir şey olsa gerek (tabii çalınan gençliğimiz özel konuk.)
Zaman gösteriyor ki bir dönem kendime yarattığım nefes alma alanını hatırlamayı bırakın, “neyse sonra nefes alırım” demeyi günlük rutinim hâline getirmişim. MSN’de birbirimize attığımız su balonu fırlatma sticker’ı gibi beni bana hatırlattığın için teşekkürler mailin sahibi kişi. Teşekkürler gmail ekibi, teşekkürler goog. (abart)
Yani anlayacağınız, bir başlamaktır tutturmuş giderim, ellerimde tanıdık kaygılar.
3. “özlemek kaldırımlı taş sokakta”

Oysa söz vermiştim Hakan hocaya, ruhu şad olsun.
Pandeminin üzerinden 1 sene ya geçmiş ya geçmemişti. Kimi dersleri online alıyorduk, “Metin Yazımı” bunlardan biriydi. Sevgili Hakan Savaş’ı bu vesileyle tanımış ve bunca dönemler tek bir dersini almamış olmamama çok büyük hayıflanmıştım.
Her ders; edebiyatı, sanatı, sinemayı ve felsefeyi birbiriyle harmanlayarak anlatır, bize ilham olurdu. Ondaki ışığı anlamanız için tek bir dersine girmeniz yeterliydi.
Düzenli olarak verdiği “deneme, şiir, öykü” ödevlerini, her hafta sınıfta yorumlar, üzerine konuşurduk. O günlerden biriydi. Çok sevdiğimiz bir kitabın bizde uyandırdığı bir duyguyu ele alıp bu bağlamda bir deneme yazmamızı istemişti. Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” kitabını seçmiştim.
Ödevlerin yorumlandığı o gün, sanıyorum ki yolda olduğumdan derse katılamamıştım. Daha sonra sevgili sınıf arkadaşım Özlem, yorumlarını aktarmıştı Hakan hocanın. Eş zamanlı olarak da o akşam kendisinden bir mesaj aldım.
“Tüm samimiyetimle soruyorum sevgili Ece” demişti. “Bu yazıyı Duygu Asena’dan mı aldın yoksa kendin mi yazdın? Kitapta mı var yoksa senin yazın mı emin olamadım.” diye de eklemişti. Bu, şimdiye kadar herhangi bir yazım için alabileceğim en onurlu yorumdu kuşkusuz.
Dönemin son haftalarıydı, “Eğer gerçekten bu da senin yazınsa yazmayı sakın bırakma sevgili Ece, söz ver bana” demişti o gün mesajında.
Geçen sene bu zamanlar ise Hakan hocanın cenazesindeydik tüm sevenleri. Haberi ilk aldığımda inanmakta ve kabullenmekte epey zorlandım. Hatırımızda her zaman naif ve güzel anılarla kalacak olmasına ise tebessüm ettim.
Her birimize ayrı ayrı verdiğiniz değer ve çaba, öğrencilik hayatımızda çok da rastladığımız bir şey değildi sevgili hocam. Sizi çok özlüyor ve tebessümle anıyoruz.
“Şiir üç derdin olduğu yerdedir. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” demiştiniz. En güzel şiirler sizin için yazılmakta şimdi. Hayatımıza ışık olduğunuz her an için minnettarız.
Sözümü tutuyorum ve hepsi benim yazımdı sevgili hocam…
4. “öyle kendim olsam ki”

“Kendimi aradım.” – Heraklitos
Yıllar önce karşı komşumun doğum günümde kapımı çalıp bana hediye ettiği not defterinin içine yazdığı sözdü. Arkadaşlığımızı özetleyen de bir sözdü aynı zamanda. Bir mum alevi ve taze çekilmiş kahve eşliğinde kendimizi arar dururduk güneş yeni batmışken, gün yeni aydınlanırken ve bir yıldız kayarken…
Yıllar, şimdileri; “çalış, geçinmeye çalış, dinlenmeye çalış” üçgeninde hissettirse de kendimizi hatırlamanın yolları elbet mevcut. Ama öyle ama böyle. İlk adımı attım, topu size bırakıyorum. Kalkın ayol, mutlu olduğunuz şeyi yapın. (Ece Hanım, yarınki toplantımız için 09.30 uygun mudur? -uygndr)
Bir kez deneyimleyebildiğiniz hayatlarınızda (kişisel gelişim zırvalığına evrilmeden toparlamam lazım bu cümleyi) radyoyu açtığınız anda sevdiğiniz parçaya denk gelebilmenizi temenni ediyorum.
Sevgiler,
Ece.