O an orada, o pozu vermeme sebep olan şeyler silsilesi,
Sene 2002-2003, dört beş yaşlarındayım. Babamın filmli bir fotoğraf makinesi vardı. Sürekli beni veya etrafı çekerdi. Öyle büyülü bir şey gibi görürdüm ki o makineyi, her seferinde “Baba ben de çekeyim mi, peki şimdi çekeyim? ya şimdi?” deyip dururdum. “Ağır, taşıyamazsın” deyip vermezdi. Çok fazla ısrar edince bir iki dakikalığına tutardım, bazen bir poz çekmeme izin verirdi. Tabii dijital makine olmadığından, çektiğin fotoğrafı silme imkânın yoktu. Deklanşöre basıyorsun, görmek için fotoğrafçıda yıkatman gerekiyor. Boşa film harcamayalım diye vermek istememesi muhtemel.
Sene 2004, altı yaşındayım. Anaokuluna gidiyorum, dönem sonunda gösterimiz olmuştu. Belki bilirsiniz kısa bir metin var onu oynamıştık. Mumlar vardır, sırayla ben umut’um, ben sevinç’im… tarzı şeyler söylerler. Öğretmenimiz de metni okumam için sunuculuk görevini bana vermişti. Sahneye sırayla mum kostümüne bürünen arkadaşlarım çıkmıştı. En son da elinde mikrofonla hafif utangaç, ben.
Oynadık, ettik derken sahneden inince fark ettim ki o an orada olmaktan büyük keyif almıştım ve eve gidince oyuncak bebeklerimi alıp onlarla gösteriler hazırlıyor, annemlere, babaannemlere oynuyordum.
Sene 2005, yedi yaşındayım. Yine dönem sonunda okuma bayramımız olmuştu. Şöyle bir oyun vardı. Anne rolündeki kişi sorar: “Kııızım seeni Ali’ye vereyiiim mi? Kııızım seeni Ali’ye vereyiiim mi?”
Kız rolündeki kişi cevaplar: “İiistemeem anneciğim iisteemem, onun adı Aaali, eder beni deeeli, iistemem anneciğim iisteemem”
Ali rolündeki kişi de boynu bükük geri çekilir sonra başkası gelir anne onun ismiyle sorar falan fişman. Bu skeçteki kız rolünü oynamıştım. En sonunda anne rolündeki arkadaşım “Kızım seni Engin’e vereyim mi?” diyordu. Burada kabul edip Engin’in elindeki çiçeği alıp sevinmem, duygulanmam gerekiyordu. Repliğimi söyledim: “İiisterim anneciiğim iisteerim. Oonun adı Eengin , eder beni zeengin, iisterim anneciğim iisteerim.” dedikten sonra Engin rolündeki arkadaşın elindeki çiçeği alıp kokladım, kalbime koyup başımı da kalbime doğru eğip sallanmıştım, bak bak, duygusallık anlayışım, veliler kırılmıştı gülmekten. O gün de sahneden indikten sonra aynı duyguları hissettim: mutluluk, heyecan… Yine eve gidince oyuncak bebeklerle gösteriler…
Sene 2007, sekiz dokuz yaşındayım. Arkadaşım vardı, Elif. Onunla teneffüste koştururken Elif’e “Gösteri yapalım mı?” dedim. Nasıl yaparız ne yaparız derken “Üsküdar’a Gider İken” şarkısını oynamaya karar verdik, sınıf sınıf gezip oynayacaktık. Ama kostüm gerekliydi. Aramızda anlaştık. Eve gidince annelerimize, öğretmenlerimizin gösteri için istediğini söyledik. Ben kabarık bir elbise ve şemsiye alacaktım. Elif de dedesinin şapkasını ve ceketini. Sonra okula gelince sıramızın altına sakladık malzemelerimizi. Son iki ders beden eğitimiydi. Biz hemen tuvalete gidip kostümlerimizi giydik, hazırlandık ve sırayla sınıf sınıf gezmeye başladık. Kimsenin yönlendirmesi olmadan, sadece biz öyle istediğimiz için. Girdik bir sınıfa, “Öğretmenim size gösteri yapabilir miyiz ” dedik. Ders işliyorlardı ama bizi kırmak istemedi öğretmenleri, hafif şaşkınlıkla beraber “e hadi yapın bakalım” dedi. Biz Elif’le şarkıyı söyleyip bir yandan da dans ettik, kimisi güldü ,kimisi alkış yaparak ritim tuttu. O yaşlarda böyle bir şey yapmamıza hâlâ şaşırıyorum.
Sonra büyüdük, ettik…
Sene 2010, on iki yaşındayım. Türkçe öğretmenimiz ders esnasında, bir şiir yarışması duyurusu yaptı. Hemen o gün çocuk hakları konulu şiirimi yazıp öğretmene vermiştim. Bir hafta sonra öğretmen beni yanına çağırıp “Ece, yarışmada 2. oldun, ailene ver bu güzel haberi. 28’inde ödül törenine gideceğiz hep birlikte.” dediğinde gözlerim dolu dolu olmuştu, sımsıkı sarılmıştım öğretmenime. Sonraki akşam ödül töreninde öyle gururluydum ki görmeniz lazımdı, sanırsınız NASA’da işe girdim.
Zaten merakımın olduğu yazma mevzusuna daha bir ilgiyle bakmaya başladım o günden sonra.
Sene 2011, on üç yaşındayım. Elif bize gelmişti. Evdeki küçük el kamerasını alıp zorla “Elif hadi klip çekelim, hadi hadi n’oolursun lüütfeen” diyerek Elif’i ikna etmeyi başarmıştım. Bilgisayardan “bana bir masal anlat baba” şarkısını açtığım gibi kayda basacaktım. Öncesinden klibi kurguladık. Sonra kayda bastım ve çektik. Şu an izlediğimde soğuk soğuk terlesem de o zamana göre o yaratıcılık pek de fena değilmiş sanırım.
Sene 2012, on dört yaşındayım. O zamanlar Muhteşem Yüzyıl dizisi çok meşhurdu. Apartmandaki çocukları arka bahçeye toplayıp ,diziyi kendi kendimize oynamak için ikna etmiştim. Bahçede Osmanlı havası estirmiştik.
Yine aynı sene (yine Elif bizdeydi) canımız sıkılıyordu. Elif’e “senle bir film çevirelim mi?” dedim, mırın kırın yapsa da sonunda ikna oldu. O gün bir iki saat içinde bir senaryo yazdım. Eşyaları ayarladık, Elif’e ezber yaptırdık. Sonra ultra dram dolu senaryomuzun çekimlerine başladık. Adı yanlış hatırlamıyorsam “Her Hikâye Mutlu Sonla Bitmez” idi. Farkında olmadan kısa film çekmiştik. Kısa film diye bir olayın da varlığından haberdar değildim o zamanlar.
Sene 2013, on beş yaşındayım. Liseye yeni başlamıştım. Kantine giderken panoda bir afiş görmüştüm: “6. Gençliğin Gözünden Liselerarası Kısa Film Yarışması”
O an kantine gitmeyi bırakın , nefes almayı falan unutmuştum. Ağzım açık bakakalmıştım. Büyülenmiş gibi… Hemen koşa koşa, samimi olduğum hocalarıma anlatmıştım durumu. Hepsi de yüreklendirmişti beni.
Ama eve gidip annemlere söylediğimde annemlerin tek dediği “Boş boş işlerle uğraşma git ders çalış” olmuştu. O günden sonra da tüm lise hayatım boyunca çektiğim kısa film olaylarına hiç sıcak bakmadılar, çoğunu gizlice yaptım. Neyse o yıl biz kendi kendimize bir şeyler yapmaya çalıştık, “Paranoyak” adında ultra acemi bir kısa film ortaya koyduk. Bir de umut besleyip yarışmaya yolladık…
Yarışmayı kazanamadığımızı öğrendiğimde annemlerin “Biz demiştik, boşuna uğraşma diye” tarzı bakışlarını gördüğümde kendime söz vermiştim.
SENEYE, ELİMDEN NE GELİYORSA YAPACAĞIM VE O YARIŞMADA DERECEYE GİRECEĞİM!
Sene 2014, on altı yaşındayım. O sene tek hedefim, sağlam senaryoyla sağlam ekipmanlarla bir film yapıp o yarışmayı kazanmaktı. Annemler sürekli “Boş boş şeylerle uğraşıyorsun” bakışlarına devam etseler de vazgeçmedim. O sene de şansıma “Akademi Edirne 2” adında bir proje oldu. Her sanat dalı için her okuldan bir kişi alıyorlardı. Bölümler için mülakatlar yapılıyordu. Öğretmenler kimi seçerse o projeye o kişi katılıyordu. Ben projede sinema atölyesi olduğu öğrendiğim gibi adımı yazdırmıştım. Birkaç gün sonra mülakat yapacak öğretmenler geldi, sırayla hepimizi çağırdılar. Benim sıram geldiğinde gittim öğretmenin yanına, oturdum karşısına. İsmimi sordu, önündeki kâğıda işaret koydu. “Eveet Ece anlat bakalım neden sinema atölyesine katılmak istiyorsun?” dedi. Ben bir başladım anlatmaya, takır takır takır motor gibi hiç nefes almadan konuşuyorum, işte hayalim şöyle, şöyle yapmak istiyorum, böyle yapmak istiyorum, daha önce şöyle yaptım, böyle yaptım…
Öğretmen gülerek “Tamam Ece, seni aldım atölyeye. Bu kadar istekli olmana çok sevindim” dedi , ben de “Çok teşekkür ederim hocam” deyip 32 diş sırıtarak odadan çıktım. Sınıfa gidene kadar da Heidi’nin kırlarda koştuğu gibi koştum koridorda.
O proje ve o atölye bana çok şey kattı. Yönetmen, editör, oyuncu, birçok sanatçı geldi ve bize bir iki saatlik dersler verdi her ay. Sonra Batuhan abiyle de orada tanıştık.
Kısa film yarışmasına katılmak istediğimi söyleyince, tüm samimiyetiyle her zaman destekledi beni. Dokuz Eylül’de Film Tasarımı ve Yönetimi okuyordu o zamanlar. Psikolojik olarak da teknik bilgi olarak da desteğini es geçemem.
Öncesinde hiçbir tanışıklığı olmadığı on altı yaşında birine “Ben film yapmak istiyorum” dediğinde, hiçbir karşılık gözetmeksizin iki saat boyunca kısa film hakkında teknik bilgi verip yön göstermek herkesin yapacağı bir davranış değildir kanımca. Göreceksiniz, Batuhan abi bu sektörde çok başarılı yerlere gelecek. Ece demişti dersiniz.
Ha bu arada ben o sene harçlıklarımı biriktirip bir fotoğraf makinesi aldım. Filmimizi onunla çekecektik. (o kamerayı alabilmek için babamdan aldığım harçlıkların bir kuruşuna bile dokunmazdım, yalnızca öğle yemeği yerdim, ek olarak hiçbir şey almazdım)
Biz o sene, Akademi Edirne’den edindiğim bilgiler ve Batuhan Abi’nin verdiği tavsiyelerle çektiğimiz “Bir İnce Çizgi” adlı kısa filmimizle “7.Gençliğin Gözünden Türkiye Kısa Film Yarışması’nda dereceye girdik.
Evet. Annemlerin “boş işlerle uğraşma” bakışlarına rağmen direttim ve hayallerimin ilk basamağına tırmandım. Ankara’da ödül töreni oldu. Elif ve Hüseyin hoca ile birlikte Ankara’ya gittik. O törende ödülümü alırken hissettiğim duygu karmaşasını şu an istesem de anlatamam, yazarak ifade etmem mümkün değil. Sadece çok heyecanlanmak ve çok mutlu olmak, bu ikiliyi aynı anda yaşadığımı söyleyebilirim.
O günden sonra yapmak istediklerim daha da şekillendi kafamda. Nelerden mutlu olduğumu yavaş yavaş kestirmeye başladım. Ben, yazmaktan, bir şeyler üretip sahnelemekten, bir şeyler yaratmaktan mutlu oluyordum. Ortaya bir tasarı çıkarmak beni mutlu ediyordu.
Sene 2015, on yedi yaşındayım.
Annemler o sene tekrar kısa film işlerini girişmeme kesinkes karşı çıktılar. Birçok kez büyük tartışmalarımız oldu bu yüzden. Birçok kez yastığıma gömülüp hıçkıra hıçkıra ağladım. “Beni anlayın artık, fikirlerimi hayallerimi önemseyin” diyerek hıçkıra hıçkıra. İzin vermeyeceklerini anladığımda gizli saklı çekmeye karar verdim. Ne olursa olsun çekecektim, inadım inattı (evet boğa burcuyum) Arkadaşımla kararlaştırdık, ben senaryoyu yazdım, yine hocalarıma okuttum falan derken, gizlice annemlerin evde olmadığı zaman bizim evde buluşup sahneleri çektik. Sonra annemler geldiğinde hiçbir şey yokmuş da sanki arkadaşım bize ders çalışmaya gelmiş süsü vererek olayın üstünü örttük. Ertesi gün okuldan sonra filmin montajını yaptım ve bir iki yarışmaya yolladım. Herhangi bir başarı elde edemedi ama, pratik yapıp yeni şeyler öğrenmek açısından bana faydası vardı. Kendimi her seferinde daha çok geliştiriyordum. Annemlere o sene çektiğimiz “Kalıplaşmış Saatler” kısa filmini, tam bir sene sonra izlettirdim.
Sene 2016, on sekiz yaşındayım ve annemler dönem başında beni uyardılar.
“Ece bu sene asla ve asla film işleriyle uğraşmanı istemiyoruz, yoksa kameranı alırız”
O sene üniversite sınavım olduğu için ben de pek uğraşmamam gerektiğini biliyordum, bunun için kısa film uğraşlarımın dönem başında olmasını istedim. Yine annemlerden gizli kasım ayında “Dekolte” adlı bir kısa film çektik. O da 2.El Kısa Film Festivali’nde gösterilmişti. Onu çektikten sonra da zaten YGS ve LYS’ye odaklanmıştım , tabii geçmiş yıllarda derslere sadece okul dersleri odaklı çalıştığım, benim için zor bir seneydi, o sene de Dokuz Eylül Film Tasarımı ve Yazarlık istiyordum (hatta 9.sınıftan beri )
Ama bu çalışmayla kazanamayacağımı biliyordum. O yüzden mezuna kalmayı daha sene başında kafama koymuştum. Üniversite sınavına girdim ve 160 bindeydim. Dokuz eylül 37 binle alıyordu. Çanakkale’nin radyo tv’si bile tutmuyordu, bana göründü mezuna kalmak yolları…
Sene 2017, on dokuz yaşındayım. Bu sene, yeni dönem için çalışmaya başlamadan önce, yazma dürtümü bastıracak, kısa film işlerine bulaşmamı engelleyecek bir meşgale aradım hep. Sonra su aktı yolunu buldu ve İnstagram’da çalışma bloğu tarzı bir hesap açtım.
Burası bana sandığımdan çok fazla güzellikler kattı. Hem sınava daha tecrübeli hazırlanmamı, hem yazma dürtümü bastırmamı, hem birilerinden yardım almamı hem birilerine yardımımın dokunmasını sağladı. Kısacası orası benim minik samimi bir ailem oldu.
Bu sene ise sınavda 49 bindeydim. Geçen seneki hedefim Dokuz Eylül’dü evet ama bu sene başında hedefim Anadolu Üniversitesi -Sinema ve Televizyon’du. Hep onun için çabalamıştım. Anadolu’nun İletişim Bilimleri Fakültesinde okumak ilk hedefimdi.
Sıralamamı öğrendiğimde Anadolu Sinema Tv’nin olmayacağını biliyordum çünkü geçen sene 27 binle almıştı. Ben ise 49 bindeydim.
Tercih yaparken ilk sıraya Anadolu Sinema Tv’yi yazdım. Ama ikinci sıradan bir türlü emin olamadım. Anadolu İletişim Tasarımı ve Yönetimi mi yoksa Dokuz Eylül Film Tasarımı ve Yazarlık mı ? Dokuz Eylül geçen sene 37 binle almıştı, ben 49 bindeydim ama yine de gelme ihtimali vardı. Biraz düşündüm, bayağı bir düşündüm sonra dedim ki “Ya Ece, senin bu sene bir hedefin vardı. Anadolu’nun İletişim Fakültesinde eğitim almak istiyordun, hâlâ neyin kararsızlığındasın?”
İletişim Tasarımı ve Yönetimi bölümünü araştırınca öğrendim ki , tüm iletişim bölümlerini kapsayan skalası çok geniş bir bölümmüş kendisi. Yani sinemaya da radyoya da reklama da yöneliyormuş. Bunu öğrenince zaten 2. tercihe yazıverdim hemen. Kesin oranın geleceğini biliyordum çünkü geçen sene 60 binle almış. Ben 49 bindeydim. Üçüncü sıraya da Dokuz Eylül Film Tasarımı ve Yazarlık yazdım ve sonuçlar açıklandı:
Anadolu Üniversitesi Sinema Tv’yi sadece 4 puanla kaçırdığımı gördüm. Bu şoku atlatmam biraz uzun sürdü. Kazandığım yer tahminimdeki gibi Anadolu – İletişim Tasarımı ve Yönetimi’ydi ve yine bir şok yaşadım ki Dokuz Eylül’ü 2. tercihe yazsaydım kazanacakmışım. Orasına da sıralamam yetiyormuş.
Tüm bu şoklara rağmen, Anadolu Üniversitesi – İletişim Tasarımı ve Yönetimi öğrencisi olduğum için çok mutluyum. Her ne kadar okula kayda gittiğimizde önümdeki kız, öğrenci işlerine “Sinema Tv’yi kazandım” deyince, kalbimde bir pıhtı olsa da uzun vadede bakıldığında sanırım okuyacağım bölüm benim için en doğrusu oldu.
Orada o pozu da kayda gittiğimiz zaman verdim. Anadolu Üniversitesi – İletişim Bilimleri Fakültesi.
ve
bu da
o pozu verme hikâyemdi…
Benim de büyük heveslerle başladığım okulum. 🙂 Güzel anılar biriktirmeniz dileğiyle çünkü geriye sadece anılar kalıyor. 🙂
BeğenLiked by 1 kişi
Çok teşekkür ederim, kesinlikle öyle 🙂💜
BeğenLiked by 1 kişi